AHMET KAYANIN HAYATI VE RESİMLERİ 3
AHMET KAYANIN HAYATI VE RESİMLERİ 3
Birilerinin bilinçli iradeleriyle giderek açılıyordu ülkesiyle arasındaki mesafe ve giderek uzaklaştırılıyordu ‘dönüş’ umudundan. Hiç değilse içinde Kürtçe şarkının yer aldığı son albümünü çıkarmak istiyordu. Sürgün öncesi moralsizliğiyle yaptığı okumalardan hoşnut olmuyor, Gülten’in GAK adlı stüdyolarında yaptırdığı mix denemelerini dikkatle dinliyor ve/fakat içine sindiremiyordu bu ‘uzak’ çalışmayı. Her gidişinde farklı bir mix denemesi götürüyordu Gülten Ahmet’e. Sonunda, Hamburg’ta bir ses kayıt stüdyosu ile konuşup Aralık ayında tüm okumaları ve mixi yeniden yapıp ne pahasına olursa olsun albümü çıkarmaya karar veriyorlardı.
28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.
Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten:
Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.
Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.
15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.
Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…
Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.
Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.
Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.” , “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.” , “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.
Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerini de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha bir çok şeyi göremedi…
Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi…
Önemli köşe yazarlarının, onun arkasından yazdıkları yazılara, “Penceresiz kalmak”, “Ve… Son…”, “Ölürsem Beni Topraklarıma Gömün”, “Arkadaşım Ahmet ve Kadere İsyan”, “Artık Seninle Duramam…”, “Ben Buyum İşte”, “Ölmek Ne Garip Şey Anne”, “Aynı Daldaydık”, “Yeterince Acı”, “Ahmet Kaya Öldü, Vatan Bölünmekten Kurtuldu”, “Onu Yalnızlık Öldürdü”, “Sazın Teli Koptu” gibi başlıklar attıklarını göremedi...
Dinleyicilerinin, halkının sevgisinin dünyanın her yerinde varlığını inatla sürdürdüğünü, giderek büyüdüklerini-çoğaldıklarını, doğan çocuklara kendisinin ve Gülten’in isminin verildiğini göremedi…
Belki bugün hâlâ yüz binlerce insanın onun şarkılarını dinleyip onu özlediğini, ömrünün sonunda özgürce dolaşamadığı sokaklarda şarkılarının her gün binlerce kez çalındığını, Peré Lachaise’de dünyanın her yerinden birçok değerli muhalifle paylaştığı ebedî mekânına, özlemiyle öldüğü toprakların bağrından çıkmış ve üzerinde onun Türkiye’sinin motifleriyle (Ege’den nazar boncuğu, Orta Anadolu’dan gözyaşı şişesi, Kastamonu yazmalarından sonsuzluk sembolü servi ağacı, Osmanlı İstanbulu’ndan lale, Mezopotamya uygarlığının savaşçı giysilerini süsleyen Güneş tasviri, Hitit Güneşi’nden bir parça,
Kütahya çinilerini süsleyen karanfil, mey, zurna, erbane, vazgeçilmez bağlaması, onun evrensel müzik anlayışını simgeleyen piyano, doğduğu coğrafya ve onun genel siluetini temsilen Mardin evleri, yaşadığı ve üretimini gerçekleştirdiği ve terk etmek zorunda bırakıldığı şehri İstanbul’un siluetinden Galata Kulesi ve Galata evleri, sadece Anadolu topraklarında, kayalıklarda ve yüksek yerlerde varolan, karın kalktığı sıralarda baharın habercisi olarak açan (ve onun en sevdiği çiçek olan) kardelenlerle süslenmiş bir yapıyla anıtlaştırıldığını görebilseydi, ona o hepimizin yakından tanıdığı gülümsemesini iade etmiş olabilirdik. Ve belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanatçı, hiçbir insan, bir daha anadilinde bir şarkı söylemek uğruna linç edilmezse ona yaşatılanlara bir daha asla üzülmeyecektir şimdi bulunduğu yerde…
Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak.
Şarkıları elbette hiç susmayacak.
Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;
Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...
“Tarifi imkânsız acılar içindeyim Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor…”
(Ahmet Kaya’nın mahkemede yaptığı savunması…)
Sayın Mahkeme; İddianameyi okudum. Yazılı ve ayrıntılı olarak hazırladığım savunmamda, iddianamedeki suçlamalara tek tek cevap vereceğim. Yazılı savunmamda belirttiklerim dışında soracağınız başka sorularınız olursa, onları da yanıtlayacağım.
1985 yılından beri profesyonel müzisyenim. Evliyim ve biri on yedi, diğeri on iki yaşında, ikisi de öğrenci olan kızlarım var. Yüzlerce şarkı bestelemiş, birçok şarkı sözü yazmış, her yıl milyonlara varan ve aşan satışıyla ve dinleyicisiyle ‘yılın en çok satan albümleri’ listesinde yer alan on yedi albümü olan, her biri binlerce-on binlerce kişilik salonlarda (Türkiye ve Avrupa ülkelerinde) sayısız konserler yapmış, her biri kendi dalında ‘Yılın Erkek Şarkıcısı’ ünvanı taşıyan onlarca ödülün sahibiyim.
Kırk iki yaşıma kadar bu ülkede Türkçe düşünmüş, Türkçe şarkılar yapmış ve Türkçe söylemiş birisiyim. Kendisini hiçbir yere ait göremeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamıyım. Dünyanın bütün dillerini-dinlerini-uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını ve şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibiyim.
Bir ödül daha aldım ve bütün hayatım değişti. Bilinen ve bilinmeyen bazı güçler tarafından bir gecede ‘hain’, ‘bölücü’, ‘yavşak’, ‘cahil’, ‘fikirsiz fikir suçlusu’, ‘şaklaban’ ilan edildim. Türkiye’de ‘medya’yı temsil eden herkesin bir arada olduğu bir mekânda bana verilen ödülü alırken şarkılarımı bestelemem sürecinde beni motive eden bütün dinamiklere, yani yaptığı olumlu çalışmalarla İnsan Hakları Derneği’ne, annelere olan hassasiyetimden ve bıkmadan-usanmadan kayıp evlatlarını arama çalışmalarını sürdüren ve benim gözümü yaşartan Cumartesi Anneleri’ne, basına emek veren herkese ve bütün Türkiye halkına teşekkür ettim.
Ve bütün basının bir arada olduğu, haber alma haklarını eşit bir biçimde kullanacakları bir platformda doğal hakkımı kullandım ve orada bulunan hiçbir mantıklı insanın tersinden anlamayacağını zannettiğim yeni albüm çalışmamdan ve yeni repertuvarımdan söz ettim. Benzeri bir durumu farklı bir ülkede ve farklı bir sanatçı için tahayyül etmeye çalışın. Bilmediği bir dilde ilk defa şarkı söylemek isteyen bir sanatçı, magazin basını açısından ‘haber’ değeri taşımaz mı? Ben bu açıklamayı sizce başka hangi zeminde yapmalıydım? Magazin gazetecisi arkadaşlar bunu nasılsa benimle bire bir konuşup haber yapacaklardı. Bu ülkede nelerin ‘haber’ olduğunu hatırladığınızda bana mutlaka hak verecek ve bunda boşuna başka bir amaç aramayacaksınız; çünkü başka bir amaç yok.
İddia makamına temel oluşturan ve dünyanın hiçbir uygar ülkesinde, hiçbir hukuk devletinde ‘suç’ unsuru taşımayacağını düşündüğüm tavrım ve cümlelerim şöyleydi: “Önümüzdeki günlerde çıkaracağım yeni albümümde, Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapacak ve ona klip çekeceğim. Aramızda bu klibi ekranlarında yayımlayacak yürekte arkadaşların olduğuna da inanıyorum; ama eğer yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da bilemiyorum.” Ben bu cümleleri magazin basınının ve sanatçıların olduğu, yani kendi dünyamız diye nitelendirdiğim bir topluluğun önünde ve bir kapalı salon toplantısında söylüyorum; çünkü bu sadece müzik ve magazin basını çevresini ilgilendiren bir durum. Bu durum dikkate alındığında ben nasıl bütün bir halkı “kin ve düşmanlığa tahrik” etmiş olabilirim? Eğer böyle ise, bana sırf bu açıklamamdan dolayı ‘bölücü’, ‘hain’, ‘düşman’ diyen ve oradaki insanları tahrik eden birkaç kişi (Kürt asıllı olmam sebebiyle) beni kendilerinden ayırarak halkı ‘sınıf, ırk, din, mezhep ayırımı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik’ etmiş olmuyorlar mı? Yoksa beni dinleyen milyonlarca insan ‘halk’ değil mi? Sayın Mahkeme, bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Üstelik son cümlelerim tamamen güler yüzlü ve içinde espri taşıyan bir içeriğe sahipti. Zira, kamu oyunun da bildiği gibi birçok televizyon kanalı video klipleri para karşılığında yayımlamakta; ama halkın sevdiği ve talep ettiği bazı sanatçıların çalışmalarında bu mekanizma işlememektedir. Bu cümle tamamen oradaki televizyon yöneticilerine yönelik esprili bir mesaj niteliğindedir.
Öte yandan ‘Kürt’ kelimesini duyduğu anda kabalaşan bazı ‘ilkel’ insanların ‘yuhh’, ‘bölücü’ gibi onur kırıcı ve tahrikkar lafları üzerine sinirlenerek bu realiteyi, yani bu ülkede Kürtlerin de yaşadığı gerçeğini kabul etmeleri gerektiğini ve kabul etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğimi söyledim; çünkü bana göre ‘kardeşlik’ değerini bu tahammülsüz insanlar çiğniyor ve kültürleri tam da bunlar bölüyordu. Kaldı ki ‘Tepelerinden inmeyeceğim.’ sözünün nasıl yorumlandığı değil, benim ne kastettiğim önemlidir. Zira bir sanatçının sahip olduğu en büyük silahı şarkılarıdır. Şarkılarımı söylemeye devam ederek tepenizde olacağım anlamına gelen bu sözler benim tamamen bireysel tepkimdir ve bundan başka bir sonuç çıkarılmasını da şahsıma yönelik büyük bir önyargı olarak görürüm.
Haber değeri niteliğinde başka bir dilden (örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce) şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, sizce yine benzeri nitelemelere maruz kalacak mıydım? Hayır! Oysa, gündelik hayatımızda her an yanı başımızda duyduğumuz bu dili bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklar üzerinde yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerekçeden yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, benim milyonlarca dinleyicim, bütün bir Türkiye halkı ve en önemlisi çocuklarımın gözünde ‘bölücü’, ‘vatan haini’ gibi çok acımasız kavramlarla nitelenmeme neden olmalı mıydı sizce? Peki, bu nasıl bir kardeşlik anlayışı? Benim bir başka dilden bir tek şarkı söyleyeceğimi açıklamam, ülkenin ve neredeyse dünyanın gündemiymiş gibi, gazeteler tarafından sekiz sütuna manşet yapıldı. Bu nasıl bir tahammül ve hoşgörü anlayışıdır? Bu koparılan fırtına neticesinde bugün burada bulunuyor olmam ve Yüce Mahkeme’yi böyle bir dava ile meşgul ediyor olmam benim ayıbım mı?
Sayın Mahkeme;
Ben bugüne kadar hep toplumcu şarkılar söyledim.Ülkemde iyiye gitmeyen her şeyin karşısında oldum ve bunu açık sözlülükle yaptım. Düzelmesini istediğim her konuda duygumu da, düşüncemi de şarkılarımla dile getirdim ve annemin deyimiyle ‘dilimi tepeme çekip’ susmayı dürüstlük gibi görmediğim için yeni şarkılarım da aynı içerikte olacaktır. Bugüne kadar yapılan yüzlerce konser sözleşmesinde, ben yapılan sözlü ya da yazılı anlaşmaların hiç doğrudan tarafı olmadım. Benimle birlikte çalışan menajer, danışman ve organizasyonlardan sorumlu ekibim benim adıma ve beni temsilen yapılan teklifleri değerlendirip karar verdiler. Bana düşen, bütün diğer profesyonel sanatçıların yaptığı gibi istenen gün ve saatte sahne almak ve şarkılarımı söylemektir; ama ben bu konserlere beni kimin davet ettiğini bilirim ve bu konudaki hassasiyetimi benimle çalışan ekip de bilir. Buna rağmen, özellikle Avrupa ülkelerinde yapılan konserlerde salonun dekoru, güvenliği ya da denetimi gibi benim çok dışımda seyreden bu gibi işlerden de ben mi sorumlu olmalıyım? Veya ne kadar titiz davranırsam davranayım, çıktığım sahnede asılı duran bir panoyu fark etmemem, fark etsem bile bu, benim o panonun içeriğini paylaştığım ya da bundan sorumlu olduğum biçiminde mi yorumlanmalı?
Gündemi yakalayamayan medyanın yarattığı bu yapay gündem ve abartılan bu gereksiz tepkilerin içini açtığınızda, karşınızda, bir yandan müziğini yapan; ama diğer yandan da düşüncelerinde iki yüzlü davranmayan muhalif bir Ahmet Kaya mı görürsünüz, yoksa yaratılmaya çalışılan başka bir Ahmet Kaya mı?
Bu sayfa hakkında yorum ekle: